soylesi.gif (2588 bytes)
-HALİL TURHANLI İLE RÖPORTAJ-

Halil Turhanlı ile üçüncü sayıda yervermek üzere 9-10 soruluk bir röportaj yapmayı tasarladık. Kendisi de bu teklifimize çok sıcak baktı. Ve lakin sorular cevaplandığında çok ilginç bir durum ortaya çıktı. Çünkü yalnızca birinci sorumuzun cevabı yaklaşık dört sayfa tutuyordu. Diğer soruları da işin içine kattığımız zaman bir kitapçık oluşacaktı. Bizde bu röportajı bölerek iki-üç sayıda vermeyi uygun gördük. Bu sayıda ilk sorumuzun yanıtı olarak Halil Turhanlı Squat yani İşgal Evlerini anlatıyor. Gelecek sayılarda Müzik (Punk-HC), Politika, vs.. konuları yer alacak.

SQUAT

Londra’da yaşadığım yıllarda squat’larda (işgal edilmiş evlerde) pek uzun süre kalmadım. Elbette değişik bir deneyim.. Birşeyi açıklamam gerekiyor: Ben hiç squat açmadım. Daha doğrusu, sadece bir kez açtım ve onu da derhal terk etmek zorunda kaldım. Genelde arkadaşlarımın, başkalarının açtıkları squat’larda kaldım. Squat açmada usta biriyle görüşmek istiyorsanız size Barbaros’un (Devecioğlu) adresini verebilirim. Londra’daki ilk gecemde onun Hackney’de yirmisekiz katlı bir binanın en üst katında açmış olduğu bir squat’da konuk olmuştum. Barbaros ile orada uzun süre kaldık. Temiz bir squat idi; fakat binanın asansörü çok kötü sidik kokardı. Üst katlarda oturan siyah çocuklar en alttan oraya çıkıncaya değin asansöre işiyorlardı. Bunu bir oyun,bir tür yarış haline getirmişlerdi. Bu sidik kokusuna bir de kusmuk ve bira kokularını ekleyin. Dayanılmaz birşeydi. Binanın tam karşısında geniş bir park vardı, Downs Park. Anımsıyorum,Barbaros ile çimenlere uzanır, bira içer, Ursula Le Guin’in, Philip K. Dick’in romanlarından konuşurduk. O yüksek binanın dairelerinde işgalciler ya da yoksul siyah aileler yaşarlardı.

En az bunun kadar ilginç bir squat deneyimim daha var. Bu kez Güney Londra’da, Oval istasyonunun karşısında. Belsize Çocuk Hastanesi. Adından anlaşılacağı üzere eski bir hastahane. Koskocaman, yıkık dökük bir bina.1989’da olmalı, noel’den birkaç gün önce bir grup evsiz barksız insan orayı işgal etmişti. Ben oraya bu işgalden çok sonra, aylar sonra, sözcüğün tam anlamıyla evsiz kaldığım bir dönemde sığındım. Kasvetli, insanın içine hüzün veren bir yerdi. Aslında Oval istasyonunun çevresi hep böyledir. Vauxhall yakınlarında kaldığım bir ev de içime böyle bir sıkıntı veriyordu. (Oval ve vauxhall birbirine oldukça yakın yerler). İnsanı kahreden, içinde intihara yakın eğilimler büyüten bir yer. Ama yine de oradan, Vauxhall’daki o evden ayrılmayı hiç istemezdim. Dahası, evden dışarı çıkmayı istemezdim. O duyguyla yaşamaktan açıklanamaz bir zevk alıyordum belki de..

Söz biraz dağıldı. Evet,Belsize Çocuk Hastahanesi’nden söz ediyordum değil mi? Hastahane’nin karşısında da bir park vardı. Adını anımsayamıyorum. 1980’lerin sonlarında Gay Pride’lardan biri o parkta kutlanmıştı. Jimi Somerville ve Sarah Jane Morris’i o gün çok yakından dinleme olanağı bulmuştum. Hastahanenin karşısındaki park olağan zamanlarda da bir cruisin’ alanıydı..

Neyse,sözü daha fazla dağıtmayayım,toparlıyorum: Hastahanede kaldığım sürece ilginç insanlar tanımıştım. Kimisi iyi, kimisi kötü. Bir kadın vardı, orta yaşlıydı ama genç görünmeye çalışırdı. Kanada asıllıydı, Vancouver’dan. Uzun zamandan beri Avrupa’da yaşıyordu. Hamburg ve Amsterdam’da fahişe olarak çalışmış. Hakkı yenilmiş, hak ettiği ilgiyi bir türlü görememiş bir müzisyen olduğuna inanıyordu. Deneysel müzik yaptığını söylerdi. Bu tür çalışmalarını kaydettiği birkaç kaset vardı yanında. Kasetlerdeki müziği gerçekten onun yapıp yapmadığını bileniyorum. Bunu hiç bir zaman öğrenemiyeceğiz. O tekrar Almanya’ya dönmek ve bu kasetleri (Can’in üyelerinden)Holger Czukay’a dinletmek istediğini söylüyordu. Sözde Czukay yakın dostuymuş falan.. Akıllı ama oldukça da palavracıydı. Bir defasında bana Strindberg’in neden iflah olmaz bir kadın düşmanı olduğunu anlatmıştı. Freud’cu kişilikler beni pek fazla ilgilendirmez. Beni Strindberg’in Ökült Günceleri çekiyordu. Swedenborg’un etkisiyle kaleme aldığı günceler.

Daha beaşka tipler de vardı hastanede. Mohikan saçlı punk’çılar, alkolikler, askerlik yapmamak için ülkelerini terk etmiş birkaç Belçikalı, bütün gün temizlik yapan “iyi hiristiyanlar”, bir de düşmüş, eski bir aktör. Onu tayıyanlar, parlak günlerini anımsayanlar vardı. Benim onun adını hiç duymamış olmama da saşırmışlardı. Son kez Benny Hill show’da birkaç kez göründükten sonra o da uçurumun dibine, yani Belsize Çocuk Hastahanesine düşmüş. Gerçek bir bok deliğiydi orası. (a real shit hole).

Bir de İrlandalı John Howard vardı tabi. Hastahabnedekiler arasında en iyi arkadaşım oydu. Bir gün onu iyice kötü, herzaman giydiklerinden bile kötü, kirli, paslı giysiler içinde görmüştüm. Hızla bir yerlere gidiyordu, adeta kaçarcasına. Biraz konuştuktan sonra, “bunlar benim dilenci kostümlerim, dilenmeye gidiyorum” demişti. Doğrusu biraz şaşırmıştım. Dilencilik yapmak bana Squat’da kalmaktan çok farklı birşeymiş gibi geliyordu. Yani bugün Squat’da kalırsınız, yarın elinize biraz para geçer kiraya çıkarsınız. Oysa dilencilikte kalıcı birşey var, yüz kızartıcı birşeyler var. bana öyle geliyordu ve bugünde yaklaşık olarak böyle düşünüyorum. Yalvarıp yakarmak, ezilip büzülmek.. evet dilencilikte onur kırıcı birşeyler var. Oysa hastahanede kalanların büyük bir kısmı dilenciliği çok rahat yapıyorlardı. Herghangi bir iş nasıl yapılırsa işte öyle. Onlara istasyonlarda rastlıyordum. Hastahaneden ayrıldıktan yıllar sonra bile bazılarına yine rastladım.

Hastahanenin hemen girişindeki pencerelerden birine bir kağıt yapıştırılmıştı. Üzerinde: “Donations Are Greatfully Received” (Bağışlar Minnetle Kabul Olunur.) yazıyordu. Bu yazı benim oldukça ağrıma giderdi. Sanki dilencilik yapıyormuşum gibi gelirdi. Squat’da yatıp kalkmaktan gocunmazdım da bu yazıdan utanırdım. “Hangi salak onu oraya koydu ?” diye düşünür, biraz da öfkelenirdim.

Dilencilik konusunda birşey daha.. Bir dilenci tipi var ki onun hakkında farklı düşünüyorum. Daha doğrusu ona sempati duyuyorum. Aslında dilenci değil, alkoloik. Ancak bira yada şarap alacak parası kalmadığında dileniyor. Hiç palavra sıkmadan, derdini dostdoğru, dobra dobra söylüyor. Boş şarap şişesini ya da bira tenekesini gözünüzün içine sokarak size, “ İçki alabilmem için bana para verir misiniz?” diyor. Son derece de küstah, o ölçüde de gururlu ve asıl önemlisi yalan söylemiyor. “Hastahaneden yeni çıktım, memlekete gidecek param yok” gibisinden palavralara tenezzül etmiyor. Burada bir parantez açarak bu tür dilenciliğin bir Anglo-sakson spesiyelitesi, diğerinin ise Doğu’ya özgü bir yalakalık olduğunu söyleyeceğim. İzninizle.. Bu yalakalık Doğu insanında sevmediğim pek çok karakter özelliğinden biri. Beri yandan Anglşo-sakson’ları özgürlük tutkularından, gelişmiş bireysellik duygularından dolayı seviyorum.

Sözü yine dağıttım, farkındayım. Tamam, tamam, toparlıyorum.. Hastahaneden ayrıldıktan sonra da, ne zaman o binanın önünden geçsem içim bir tuhaf olurdu. Kolay kolay anlatılacak bir duygu değil. Hayatımın güzel, kayıtsız tasasız, ne denli istesem de bir daha asla ele geçiremeyeceğim, geriye dönüp baktığımda orada bulamayacağım bir dönemini o çocuk hastahanesinin odalarında, koğuşlarında bıraktığımı hissederdim. Orada yattığım kimi gecelerde ölüm döşeğindeki küçük bir çocuğun ağlayışını, iniltilerini duyar uyanırdımi içim ürperirdi.

Şimdilerde Çanakkale’de küük bir evim var, deniz kıyısında. Bazen gidip dinleniyorum. Tam da sere serpe uzandığım, başımı yastığa koydum zaman Belsize Çocuk Hastahanesi’ni anımsıyorum ve orada olmak için büyük bir istek duyuyorum. Geçip gitmiş zamanı yeniden ele geçirme isteği. Hani derler ya bazılarına rahat batar diye. İşte ben o insanlardan biriyim.

Biraz da serseriliğe neredeyse içgüdüsel denilebilecek bir eğilimden dolayı oraya dönmek istediğim zamanlar oluyor. Yıllar önce W.H. Dawies’in Bir Süper Serserinin Otobiyoğrafisi’ni okumuştum. Henüz yeniyetmelik yıllarımda. O zaman, “birgün büyüdüğümde bende böyle olacağım demiştim. Ama ne gezer.. görüyorsunuz ya, o kadar olamadım. Maalesef..

Sessizliğin bir hastalık gibi şehre sinsice yayıldığı bazı gecelerde gözüme uyku girmiyor. Pencereden bakıyor ve sokaktan hayalet trenlerin geçtiğini görüyorum. Çığlık çığlığa bağırıyor, alıp uzaklara götürmek üzere beni çağırıyorlar. Kulaklarımda sis düdükleri yankılanıyor. Bu gece de uyku yok.. Sabaha kadar Thomas Wolfe’u okuyorum. Of Time and River. (Kimbilir kaçıncı kez..)

Pardon nerede kalmıştık ? Squat yada kiralık ev, kiralık oda, nerede yatarsınız yatın Londra güzel bir şehir. William Blake’in hem lanetlediği hem de tutkuyla sevdiği, Thomas De Quincey’in afyon mahmurluğuyla bütün sokaklarını dolaştığı şehir. T.S. Elliot’un “gerçekdışı” şehri. Hava karardıktan sonra nehrin kıyısına indiğinizde bazı köşeler Derek Jarman’ın İngiltere’nin Sonu filminden sahneleri çağrıştırır. Karanlık, ürkütücü köşeler. Hawksmoon’un tekinsiz mimarili kiliseleri. Bir zamanlar Mary Wollstonecraft’ın gömülü olduğu King’s Cross yakınlarındaki küçük mezarlık. Goleridge’nin son yıllarını geçirdiği güzelim Highgate. Joe Orton’ın “avlanmaya” çıktığı Highbury ve Halloway’deki küçük parklar, tuvaletler. Yoksulların East End’i. Karındeşen Jack’ın kurbanlarını sinsice izlediği sokaklar. Avrupa’nın dört bir yanından iltica eden anarşiştlere yuva olmuş East End. Kroptkin’in kurmuş olduğu matbaa ve kitapevini pek az değişiklikle bugün de orada bulabilirsiniz.

 

HALİL TURHANLI